İSMAİL HAMİ DANİŞMEND’DEN MÜZEMİZE İNTİKAL EDEN SİVAS KONGRESİ EVRAKI

-Dört Yıl Süren Bir Koşuşturmanın Hikâyesi-

Kadir PÜRLÜ
Sivas İl Kültür ve Turizm Müdürü

Belgelerden nasıl haberdar olduk?
Merhum İsmail Hami Danişmend tarafından tutulan Sivas Kongresi tutanaklarının varlığından 2004 yılında haberdar olduk. Bize bu belgelerin yer ve adresini gösteren kişi, kadirşinas hemşehrimiz, araştırmacı yazar Sabri Koz’dur. Sabri Bey sadece onların yerini göstermekle kalmadı, “Bu belgelerin mutlaka Sivas’a kazandırılması gerekli.” Diyerek bizi teşvik etti.

Belgeler nasıl korunmuştu?
Topladığımız şifahi bilgilere göre: Belgeler İsmail Hami Danişmend’in sağlığında “özenle korunması ve ilerde yayın olarak değerlendirilmesi” tembihiyle eşleri tarih öğretmeni İclâl Danişmend’e emanet edilmiş ve Hami Bey’in 1967’de vefatından sonra da uzun bir süre özenle korunmuştur. İclâl Hanım, sağlık durumunun bozulmasıyla saklamakta olduğu bu önemli emaneti, eski öğrencisi ve yakın arkadaşı tarih öğretmeni Güzide Akbayar’ın oğlu Nuri Akbayar’a teslim etmiş ve ondan “bu belgeleri korumasını ve gerektiğinde yayınlamasını” önemle rica etmiş. Emaneti teslim alan Nuri Bey’in onları o günden bu güne kadar büyük bir itinayla korumuş olduğu anlaşılmaktadır.

İlk girişim ve görüşmeler
Bu bilgileri aldıktan sonra, içimizi büyük bir heyecan sardı. Belgeler mutlaka Sivas Müzesine kazandırılmalı ve asıl mekânında sergilenmeliydi. Çünkü: Müzemizde Sivas Kongresine ait hiçbir orijinal belge bulunmamaktaydı.

Sabri Koz’dan Nuri Akbayar’ın telefon numarasını aldık ve ilk işimiz ona telefon etmek oldu. Nuri Bey’le yaptığımız ilk telefon görüşmesinde “belgelerin içeriğini, orijinal olup olmadıklarını; orijinalliği kesinse satın almak istediğimizi, bu konuda bize yardımcı olup olamayacağını” sorduk.
Nuri Bey, “Belgelerin, İsmail Hami Danişmend tarafından Sivas Kongresinde tutulan asıl belgeler olduğunu; Cumhurbaşkanlığı Kitaplığında bulunan Sivas Kongresi Tutanaklarının bu belgelerden yararlanılarak temize çekilmiş olabileceğini, orijinallik konusunda kendisinin bir şüphesinin bulunmadığını; ancak, belgelerin satılması konusunu düşünmesi gerektiğini” ifade etti. Telefon konuşmasının sonunda: “Her ne surette olursa olsun bu belgelerin Sivas Müzesinde değerlendirilmesinin isabetli olacağını; bu konuya sıcak baktığını ve belgelerin içeriği hakkında kısa bir süre sonra bize yazılı olarak bilgi vereceğini” belirtti.

Bir hafta heyecanla bekledik ama bir gelişme olmadı. Kendisini ikinci aramamızda “Belgelerin satılması konusunu düşündüğünü; istese bu belgeleri büyük fiyatlarla başka kişi veya kurumlara satabileceğini; ancak bu belgelerin Sivas’a yakışacağını; belgelerle ilgili hazırladığı bilgi notunu bu günlerde Sabri Koz’a göndereceğini” söyledi.
Nihayet 1 Aralık 2004 tarihinde Sayın Sabri Koz’un faks yoluyla müdürlüğümüze gönderdiği bilgi notunu aldık. Nuri Akbayar’ın verdiği bilgilerin altına kendisi de küçük bir açıklama yapmıştı.

Belgeler orijinal mi değil mi?
Alınan ilk bilgiler, belgelerin orijinal olduğu izlenimini veriyordu. Ancak sahte olma ihtimaline karşı da tedbir almak zorundaydık. Bu yüzden konuya vakıf en az üç kişi tarafından görülmeleri şarttı.

Nuri Akbayar’ı üçüncü kez arayarak: “Belgelerin orijinalliğinden emin olmak için tarafımızca görülmesi gerektiğini, bu konuda görevlendireceğimiz kişilere yardımcı olup olmayacağını” sorduk. O, “belgeleri Sabri Bey’in gördüğünü; ancak istenmesi durumunda başka kişilere de gösterebileceğini” söyledi.
Bunun üzerine, yayınladığı tarih konulu kitaplarla dikkat çeken ve bilgisine güvendiğimiz hemşehrimiz yazar Necdet Sakaoğlu’nu arayarak belgeleri görmesini istedik. Sayın Sakaoğlu, belgeleri gördü ve telefonda bize: “Kullanılan kâğıt, yazı karakterleri ve içerik bakımından o döneme ait oldukları anlaşılıyor, bunların Sivas Müzesine kazandırılması isabet olur” dedi.
İkinci bir kişinin daha belgeler hakkında görüşüne ihtiyacımız vardı. Sayın Sabri Koz’dan belgeleri bir kez daha incelemesini ve bize bilgi vermesini istedik. O, birkaç gün sonra bizi telefonda arayarak: “Belgeleri yeniden inceledim, orijinalliği konusunda hiçbir şüphem yok, vakit geçirmeden bu evrakları satın alırsanız iyi olur, yarın ne olacağı belli olmaz” dedi.

Ödenek Aramakla geçen yıllar
Biz bu işlerle uğraşırken zaman akıp gitmiş, 2005 yılının Haziran ayına gelmiştik. Belgelerin acilen satın alınması gerekiyordu. Nuri Akbayar’ı telefonda arayarak, “belgeleri almak istediğimizi, bize kaç liraya satacağını” sorduk. O günlerin ifadesiyle “belgeleri 20 Milyar Liraya Sivas Valiliğine satabileceğini, başka kurumlara böyle uygun bir fiyat vermesinin mümkün olmadığını” söyledi. Bu teklifi değerlendirdik. O günün şartlarında böyle bir iş için ayrılmış ödeneğimiz yoktu. Doğrudan alım sınırları içindeki bir ödenekle konuyu halledeceğimize inanıyorduk.
Nuri Bey’i arayıp “Ancak 7 Milyar temin edebileceğimizi, belgeleri bize bu fiyata satıp satamayacağını” sorduk. Yapılan uzun görüşme ve pazarlıktan bir sonuç çıkmadı. O, “Son olarak istediği fiyattan bir milyar daha inebileceğini ve daha fazla indirim yapmasının mümkün olamayacağını” söyledi. O günün şartlarına göre yedi milyarın üzerindeki alımlar pazarlık usulünü aştığından ve daha fazla ödenek bulmamız mümkün olmadığından belgeleri bu fiyata almamız imkânsızdı. Ancak, bir formül bulmak zorundaydık.
Yerel kaynaklardan başlamak ve birçok alternatifi denemek suretiyle ödenek aramaya koyulduk. Şifahi girişimlerimiz bir işe yaramadı ve ne yazık ki 2005 ve 2006 yılları ödenek aramakla geçti. Büyük bir meblağ olmamakla birlikte, gerekli ödenek temin edilemediği için belgeler satın alınamadı ve konu beklemede kaldı. Bu dönemde sık sık Sayın Sabri Koz’u arayarak “kaynak aradığımızı ve belgeleri mutlaka alacağımızı, Nuri Bey’e bilgi vermesini” rica ederek belgelerin başka bir yere satılmasına engel olmaya çalışıyorduk.
Konuyu 2007 yılı başlarında Sayın Valimiz Veysel Dalmaz’a açtık ve 15.05.2007 tarihli Bilgi Notumuzla evraklar hakkında yazılı bilgi verdik.
2007 yılının Kasım ayı yaklaşıyordu ve bu konuda henüz bir gelişme olmamıştı. Konuyu tekrar gündeme getirmek amacıyla bu belgelerin bir şekilde Sivas’a getirilmesi ve burada bazı kişi ve kurumlara görülmesinin faydalı olacağı kanaatine vardık.
Valiliğimizce 2-4 Kasım 2007 tarihinde Geleneksel 3. Sivas Âşıklar Bayramı düzenlenmişti. Bu bayrama onur konuğu olarak davet edilen Sabri Koz’dan “Ne yapıp edip, belgeleri emanet olarak alıp Sivas’a getirmesini” talep ettik. Belgeler Sivas’a geldi ve ilimizden bazı kişiler ile Cumhuriyet Üniversitesinden bir grup öğretim üyesi bu evrakları gördüler. Özellikle Sivas Kongresi üzerine makale ve kitapları bulunan Cumhuriyet Üniversitesi Okutmanı A. Necip Günaydın’ın evrakları yakından görmesi ve tek tek incelemesi sağlandı.

Kültür ve Turizm Bakanlığın Ödenek Talep Ediyoruz
İl merkezindeki ödenek imkânlarıyla konuyu halledemeyeceğimizi anlayınca, belgeleri Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan sağlanacak ödenekle satın alma yoluna gittik. Bakanlığımızdan ödenek isteyebilmek için belgelerle ilgili uzman raporlarına ihtiyacımız vardı. Müdürlüğümüzün 29 Kasım 2007 tarih ve 5312, 5313, 5314 sayılı yazılarıyla Sayın Sabri Koz, Necip Günaydın ve Necdet Sakaoğlu’na birer yazı yazarak belgeler hakkındaki görüşlerini istedik. Bir hafta içerisinde belirtilen kişilerin görüşlerini yansıtan raporlar elimize ulaştı.
Söz konusu raporları ekleyerek Müdürlüğümüzün 5 Aralık 2007 tarih ve 5369 sayılı yazılarıyla Bakanlığımızdan ödenek istedik. Bakanlığımızdan gelen 14 Ocak 2008 tarih ve 7659 sayılı yazıda: “Tutanakların Müze Müdürlüğü uzmanlarınca oluşturulacak bir Değer Takdir Komisyonu marifetiyle değerlerinin belirlenmesi ve sonucunun ivedi olarak bildirilmesi” isteniyordu.
Sivas Müzesinde Osmanlıca belgeleri inceleyecek uzmanımız bulunmadığından, Müze Müdürlüğünün Bakanlığımıza yazdığı 14.02.2008 tarih ve 0596 sayılı yazısıyla: “Evrakların bakanlığımızca kurulacak bir ihtisas komisyonu marifetiyle değerlendirilip satın alınması” talebinde bulunuldu.
Bu arada Nuri Özden Akbayar, Sivas Valilik Makamına yazdığı 25 Şubat 2008 tarihli dilekçesinde: “Belgeleri Sivas Atatürk Kongre ve Etnografya müzesine satmak istediğini ve bu konuda gerekli işlemin yapılmasını” talep ediyordu. Nuri Özden Akbayar’a Müze Müdürlüğünce yazılan 5 Mart 2008 tarih ve 833 sayılı cevap yazıda: “Bakanlığımıza konuyla ilgili yazı yazıldığı ve gelecek görüş doğrultusunda işlem yapılacağı” belirtildi. Müze Müdürlüğünün aynı tarih ve sayılı yazısıyla Nuri Özden Akbayar’ın dilekçesinin bir sureti “bilgi ve gereği” için bakanlığımıza gönderildi.
Bakanlığımızdan gelen 18.03.2008 tarih ve 48456 sayılı cevap yazısında: “Belgelerin Müze Müdürlüğüne getirilmesi durumunda konunun değerlendirilebileceği” belirtiyordu. Müze Müdürlüğünce Nuri Özden Akbayar’a yazılan 28 Mart 2008 tarih ve 1348 sayılı yazıda: “Belgeleri müzeye teslim etmesi halinde, konunun Bakanlığımıza iletileceği” belirtildi ve kendisinden belgeleri Müzeye teslim etmesi istendi.

Ödenek bulma ihtimali kuvvetlenirken satın alma ihtimali zayıflıyor!
Bu durumda, Nuri Bey’in belgeleri önce müzemize teslim etmesi ve parasını daha sonraki aylarda alması gerekiyordu. Ancak onun: “Sağlık problemlerim var, Sivas’a gelmem mümkün değil. Bir kişi gelip parayı teslim etsin, ben de evrakları vereyim” diyerek evrakları peşin para almak suretiyle teslim edebileceğini söylediğini Sayın Sabri Koz bize telefon yoluyla iletti. Anlaşılan Nuri Bey kendince geçerli olan sebeplerden dolayı önce parasını almak sonra da belgeleri teslim etmek istiyordu. Böyle bir alım yolu mevzuatımıza uymadığından yeni bir bekleme dönemine daha girmiş olduk.

Karamsar geçen günlerin peşinden ümidimiz yeniden yeşeriyor
Bu arada günler hızla geçti ve 2008 yılının Haziran ayına geldik. Belgeler için nereden nasıl bir nakit para bulalım diye ümitsizce düşünürken, Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Sayın Nihat Gül ile Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürü Sayın Abdurrahman ÇELİK’in 19.06.2008 tarihinde ilimizi ziyaretlerinde ümitlerimiz yeniden yeşerdi.
Kendilerine problemi anlatıp desteklerini isteğimizde, Müsteşar Yardımcımız Nihat Gül: “Size acilen ödenek temin edip bu konuyu çözelim” dediler. Genel Müdürümüz Sayın Abdurrahman Çelik Bey ise: “Tamam ben size ödenek göndereyim, bu iş daha fazla uzamasın” dediler.

Mutlu son ve unutamayacağımız bir hatıra
Birkaç ay sonra Bakanlığımızdan 25.000 Yeni Türk Lirası ödenek geldiğinde sevincimize diyecek yoktu. Yazlıkta olduğunu öğrendiğimiz Sabri Koz’a telefon ederek evrakları acilen bizim adımıza alıp Sivas’a getirmesini, ödemeyi evrakları teslim alır almaz hemen ilgili kişinin banka hesabına çıkaracağımızı söyledik.
24 Eylül 2008 Çarşamba günü Sivas Havaalanında Sabri Koz’un getireceği Sivas Kongresi evraklarını beklerken büyük bir heyecan içerisindeydik. Çünkü bu belgelerde bir milletin tarihiyle ilgili çok önemli kararlar yazılıydı.

Nihayet uçak alana indi ve konuğumuzu çıkış kapısında karşılayarak kucakladık. Hal hatır sorduktan sonra Sabri Bey’e heyecanla: “Emanetler yanınızda mı” diye sorduğumuzda O, deri çantasını işaret parmağıyla göstererek “evet” dedi.

Havaalanından hareket edip odamıza geldiğimizde, Sabri Bey’in evrakları çok sağlam ambalajlarla kat kat sarmış olduğunu görünce heyecan ve hayretimiz bir kat daha arttı. O, gayet samimi bir ifadeyle:

– “Eğer uçak denize düşecek olursa, evraklar ıslanmasın diye kendimce böyle bir tedbir aldım” dedi.
Kendisinden önce evrakları düşünmüş olması bizi şaşırttı ve bir o kadar da duygulandırdı. Bu eşsiz hazineye kavuşmanın sevinci içerisinde evrakları keyifle elden geçirirken, soluk sayfaların bizi Sivas Kongresinin yapıldığı o acı günlere götürdüğünü hissediyorduk.
Eksiksiz dört yılımızı alan bu uzun kovalamanın sonuna gelmiştik. Bu tatlı hatıranın unutamayacağımız en keyifli yeri: Evrakları Sivas Müzesi görevlilerine teslim ederken aldığımız rahat nefes ve içimizdeki tarifi mümkün olmayan mutluluktu.

Belgelerin Özellikleri ve İçeriği
Belgeler genel olarak defter, çizgili kâğıt ve çizgisiz kağıda zabit kalem, kara kalem ve divit kalemle yazılmış olup, toplam onbir parçadır. İçerik itibariyle Sivas Kongresi kararları, kongreye gelen mektup ve telgraflar, kongreye sunulup geri çekilen muhtıra metni, Şarkî Anadolu Vilâyatı Müdafa-i Hukuk Cemiyeti Nizamnâmesi, bazı kişisel mektuplar ile evraklardan oluşmaktadır. Ailesi vasıtasıyla bize ulaşan şifahi bilgilere göre, kongreyle ilgili tutanak ve diğer evraklar Sivas Kongresi Zabıt Kâtiplerinden merhum İsmail Hami Danişmend tarafından kaleme alınmıştır. Şimdi bu evraklar hakkında özellik ve içeriklerine göre sırasıyla bilgi verelim:

Sivas Kongresi Orijinal Tutanakları
Tutanaklar üç ayrı belgeye yazılmış olup, birinci içtimadan başlayıp sekizinci ictimâ’nın ilk sayfasında sona ermektedir. Uluğ İğdemir’in “Sivas Kongresi Tutanakları” adlı kitabındaki bilgilerle kıyaslandığında sekizinci ictimâ’nın son beş sayfasının eksik olduğu ve devamının evraklarımız arasında bulunmadığı anlaşılmaktadır. Şimdi elimizdeki tutanakları sırasıyla inceleyelim:

1. Belge:
Sarı Hamurlu, 15×20 cm ebadında, tek ortalı çizgili defterdir. Kara kalemle yazılmıştır. Eski harflerle numaralandırılmış 1-88. Sayfaları kapsayan toplam 88 sayfadan ibaret olup birinci ictimâ’dan başlayıp 4. ictimâ’nın ikinci celsesinden 10 sayfaya yer verdikten sonra bitmektedir.

2. Belge:
Sarı hamurlu, 24×20 cm ebadında, mavi çizgili, ön ve arka yüzü yazılı toplam 21 sayfadan oluşan dosya kâğıdıdır. Zabit kalemle yazılmıştır. Eski harflerle numaralandırılmış 89-109. sayfaları kapsamakta olup, 4. ictimâ’nın üçüncü celsesinden 11 sayfaya yer verdikten sonra bitmektedir.

3. Belge:
Sarı hamurlu, 28,5×21,5 cm ebadında çizgisiz, ön yüzü yazılı toplam 24 yapraktan oluşan dosya kâğıdıdır. Mavi renkli kalemle yazılmış olup, yazılardaki solma nedeniyle sayfalar zor okunur bir durumdadır. Eski harflerle numaralandırılmış 110-133. sayfaları kapsamakta olup, 4. ictimâ’nın üçüncü celsesinden başlayıp 8. ictimâ’nın ilk sayfasında bitmektedir. Yukarda açıklandığı gibi 8. ictimâ’nın son 5 sayfası bu belgenin devamında bulunamamış olup eksiktir. Yaprakların sağ üst köşeleri ayrıca Latin harfleriyle 18. sayfadan başlayıp 41. sayfada sona ermek üzere numaralandırmaya tabi tutulmuştur.

4. Belge: Sivas Kongresi Tutanakları Sureti:
Beyaz kareli kâğıttan ibaret olup, 21×26,5 cm ebadındadır. Ön yüzleri divit kalemle yazılmış toplam 38 yapraktır. Bu belge gayet düzgün bir yazıyla Sivas Kongresi tutanaklarının ilk üç ictimâ’sının temize çekilmiş bir suretidir. Birinci ictimâ’dan başlayıp 3. ictimâ’nın sonunda bitmektedir. Burada Mustafa Kemal Paşa’nın kongre açılışında yaptığı konuşmaya da yer verilmiştir ki, bu “nutuk” metni orijinal tutanaklarda bulunmamaktadır.

5. Belge: Kongreye Gelen ve Kongre Adına Çekilen Telgraflar ile Kongreye Sunulan Takrir, Liste ve Benzeri Evrak Suretleri:
Sarı Hamurlu, 20×12,5 ebadında, kapak rengi yeşil, sayfaları mavi çizgili ve tek ortalı defterdir. Eski harflerle numaralandırılmış 1-56. sayfaları kapsamakta olup, toplam 56 sayfadır. 1-39. sayfalar zabit siyah kalemle, 40, 41, 42. sayfalar ile 43. sayfanın yarısı mor renk zabit kalemle, devam eden diğer sayfalar ise yine siyah zabit kalemle yazılmıştır. Defterin son sayfası olan 56. sayfanın 2/3’ü yırtılmış ve bu sayfada yer alan 4 satırlık yazının üzeri karalanmış durumdadır. Bu defterde, kongreye gelen telgraf ve mektup suretleri; kongre adına çeşitli makamlara ve kişilere çekilmiş telgraf suretleri; yemin suretleri; liste ve takrir suretleri, kongrede yapılan oylama sonuçları gibi önemli bilgiler yer almaktadır.

6. Belge: Manda Muhtırası:
Sarı hamurlu, 28,5×22,5 cm ebadında, 2 ortalı toplam 17 sayfadan ibaret defterdir. Latince rakamlarla sağ üst köşesinden numaralandırılmış olup 1-17. sayfalardan oluşmaktadır. Sivas Kongresine “Manda Muhtırası” olarak sunulan ve daha sonra “hiç sunulmamış gibi işlem görerek geri çekilen” muhtıra metni Cumhuriyet Döneminde ilk kez gün ışığına çıkmaktadır.

7. Belge: Kâzım Karabekir Paşa’nın Telgrafı:
Sarı, 34×21 cm ebadında, çizgisiz yağlı kağıda yazılı ve 1 sayfadan oluşan Kâzım Karabekir Paşa’nın Erzurum’dan Sivas’taki Heyet-i Temsiliye’ye çektiği 29.9.1335 (M. 1919) tarihli telgraftır.

8. Belge: Heyet-i Temsiliye Nâmına Mustafa Kemal Paşa’nın 15. Kolordu Kumandanlığına Çektiği Telgraf:
Sarı, 34×21 cm ebadında, çizgisiz yağlı kâğıda yazılı ve 2 sayfadan oluşan Heyeti Temsiliye nâmına Mustafa Kemal Paşa tarafından Onbeşinci Kolordu Kumandanlığına çekilen 30.9.1335 (M.1919) tarihli telgraftır.

9-10. Belge: İsmail Fazıl Paşa’nın Ankara’dan İsmail Hami Beye Yazdığı Mektup:
14×11 cm ebadında, üzerinde “İsmail Hami Bey Efendiye” yazılı bir mektup zarfı ve 27×20,5 cm açık ebadında kareli kâğıda yazılmış bir mektuptan ibarettir. 1 Teşrin-i Sanî 1335 (M. 1919) tarihli mektup, içinde ismi zikredilen meşhur şahsiyetlerden dolayı önemli bir belgedir.

11. Belge: Celal Vasfi Bey’in Yozgat’tan İstanbul’a Yazdığı Mektup:
27×20,5 cm açık ebatta kareli kâğıda yazılmış mektup 21 Ağustos 1335 (M. 1919) tarihlidir. Özellikle o günlerin yol, konaklama, yeme ve içmedeki sıkıntılarını dile getirmesi bakımından önemli bir belgedir.

12. Belge: Celal Vasfi Bey’in Askerlik Terhis Belgesi:
28×21 cm ebadındaki askerlik terhis belgesi 10 Mart 1335 (M. 1919) tarihinde dokuzuncu ordu tarafından düzenlenmiştir.

13. Belge: Şarkî Anadolu Vilâyatı Müdafa-i Hukuk Cemiyeti Nizamnâmesi:
29,5×20,5 cm ebadında çizgisiz sarı kağıda yazılmış kapak dahil toplam 13 sayfadan oluşan belgenin kapağında “Şarkî Anadolu Vilâyatı Müdafa-i Hukuk Cemiyeti Nizamnâmesi” yazılı olup metnin son satırının altında “Kongre Heyeti” ibaresi mevcuttur.

Belgelerin tamamını bilim adamlarımızın hizmetine sunmak amacıyla Müdürlüğümüzce, “Sivas Kongresi Tutanak ve Belgeleri” adlı bir CD bastırılmış olup önümüzdeki günlerde ilgili kişi kurum ve kuruluşlara dağıtımı yapılacaktır.

Teşekkür
Yukarıda geliş hikâyesi ve özellikleri hakkında bilgi verdiğimiz bu kültür hazinesinin yerini bize bildiren kıymetli hemşerimiz Sayın Sabri Koz’a; belgeleri bu güne kadar koruyan ve Müzemize kazandırılmasında katkısı olan Sayın Nuri Özden Akbayar’a; belgelerin satın alınması için ödenek temin eden Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Sayın Nihat Gül ile Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürü Sayın Abdurrahman Çelik’e; belgeleri inceleyerek onlarla ilgili rapor hazırlayan Sayın Necdet Sakaoğlu ve Necip Günaydın’a Sivaslılar olarak teşekkür borçluyuz. Hepsine en içten duygularımızla teşekkür ediyoruz.

SİVASLI BİR HALK ŞAİRİ: HİTABÎ

Kadir PÜRLÜ

Esas künyesi Nazım SAKAL olan Hitabî, Sivas İlbeyli yöresi halk şairlerindendir. Yalın Türkçesi, üslubu ve şiirlerinde seçtiği konular itibariyle halk şairliği ölçülerini yakalamış, üzerinde durulmaya değer bir şahsiyettir. Birkaç kaynakta bazı şiirlerinin yer alması dışında henüz diğer şiirleri yayınlanmamıştır.
Tarafımızca yürütülen “Halk Şairi Hitabî” adlı araştırma tamamlanmış olup yakın zamanda yayımlanacaktır. Bu çalışma kapsamında, şairimizin ailesi, yakınları ve diğer araştırmacılardan alınan 178 şiiri tespit edilmiş ve kendisine ait birtakım bilgi, belge ve fotoğraflara ulaşılmıştır. Çalışmamızı kitap olarak yayımlamadan önce onun hakkında bir yazıyla da olsun bilgi vermeyi amaçladık. Bizi bu yazıyı yazmaya teşvik eden kıymetli hocamız Dr. Doğan Kaya’ya teşekkür ediyoruz.
Halk Şairi Hitabî hakkında kaleme aldığımız bu yazıyı şu başlıklar altında sunmakta fayda görüyoruz:

A. Hayatı:
Asıl kimliği Nazım SAKAL olan Hitabî 1930 yılında Sivas’ın Kayadibi bucağına bağlı Sırıklı köyünde dünyaya geldi. Ailesi merkez Hanlı Köyünden gelmedir. Babası, Hanlı Köyü Sakaloğulları sülalesinden Mehmet, annesi yine aynı sülaleden Sabire’dir. Hitabî’nin verdiği bilgilere göre, sülalesinden usta malı ve kendinden türküler söyleyen birçok kişiler yetişmiştir.
Yoksulluk yüzünden hiç okula gidemeyen Hitabî’nin çocukluğu Sırıklı Köyünde geçti. Sığır çobanlığı, azaplık gibi çeşitli işlerde çalıştı. Türkü söylemeye çok meraklı olan Nazım, daha çocuk yaşta birçok türküler öğrendi ve mahalli makamlarla söylemeye başladı. Bu arada kendi gayretiyle okuma yazma öğrenmeyi ihmal etmedi. En büyük arzusu, halk şairlerini ve hikâyelerini okumaktı. Böylece bu emeline de nail oldu. Ruhsati, Sümmani, Karacaoğlan, Derdiçok, Dertli, Âşık Kâmili, EverekliSeyrani, Kerem ile Aslı, Şah İsmail, Sürmeli Bey, gibi birçok kitapları okudu.
On sekiz yaşındayken, kendi köyünden bir kıza âşık oldu. Onun aşkıyla bir süre şurada burada türküler söylemeye başladı. O kızın başkasıyla evlendirilmesi üzerine, adeta yıkıldı.
1951 yılında asker oldu. Topçu olarak Sivas’ta başladığı askerlik görevini aynı şehirde sürdürerek 1953 yılında terhis oldu. Aynı yıl Sivas TCDD Yol Atölyesi’nde geçici işçi olarak göreve başladı ve burada 1958 yılına kadar çalıştı. Bu işin devamlı olmaması nedeniyle buradan ayrılarak köyüne döndü. 1969 yılına kadar köyünde kaldı ve çok büyük sıkıntılar çekti. Bu dönemde köy düğünlerine güzel sesiyle renk kattı ve aldığı üç beş kuruş bahşişlerle geçinmeye çalıştı. Bir yandan da kendi yazdığı destanları Sivas-Kayseri civarında satarak üç beş kuruş kazanmaya çalıştı.
Nihayet 1969 yılında Sivas Cer Atölyesine işçi olarak girerek işsizlikten kurtuldu. Burada uzun süre görevini sürdüren Hitabî, 24.01.1983 tarihinde emekli oldu.
Kendisiyle 1991 yılında yapmış olduğumuz bir sohbette “Şimdiye kadar şiirlerini niçin bir kitapta toplamadığını” sorduğumuzda: “Yoksulluk adamı çok korkak eder. Evet, yıllarca çaldım çağırdım, ama ne şiirlerimi bastıracak kadar para elime geçti, ne de gidip derdimi birine anlatabildim.” cevabını verdi.
06.09.1993 Tarihinde hayata gözlerini yuman Hitabî, evli ve beş çocuk babasıydı.

B. Kişiliği:
1. Bedeni Yapısı ve Karakteri:
Hitabî uzun boylu, beyaz tenli, uzun suratlı, sağlam ve büyük çeneli, mülayim bakışlı, konuşurken hüzünlü bir yüz ifadesine bürünen ancak yine de gülümsemeye çalışan, daha çok mahcup görünümlü bir insandı. Genellikle ceket ve pantolondan oluşan sade bir günlük kıyafet içinde olurdu. Son zamanlarda başının üst kısmındaki saçlar tamamen dökülmüştü.
Aralıksız içtiği tütünün tesirinden olmalı ki parmakları ve yüzü oldukça sararmıştı. Yazdığı şiirleri, kendine has el hareketleriyle ve ezberden okurdu. Az konuşan, ancak konuştuğu zaman da kendisini dinleten bir tipti.
Aile fertlerinden aldığımız bilgiye göre, hassas olduğu konuları ve beklentilerini açık bir dille anlatır, aile içinde aşırıya kaçmayan bir disiplin uygulamaya çalışırdı.

2. İnancı ve Tarikatı:
Bu konuda bilgilerine başvurduğumuz aile fertleri, onun “inancı sağlam bir insan olduğunu, Cuma namazlarını kaçırmamaya çalıştığını, diğer günlerde zaman zaman namaz kıldığını, ancak bir tarikatının olduğunu bilmediklerini” söylemişlerdir. Yazdığı şiirlerden hareketle, onun dini konularda aşırıya gitmediği ve orta halli bir Müslümanlık inancını benimsediği yorumu yapılabilir.

C. Âşıklığı:
1. Âşıklığa Başlaması:
“On sekiz yaşına basmıştı. Ağabeyi Ziya’nın kerpiç için çamur hazırladığı bir sabah genç Nazım rüya görüyordu. Kendi köyünden, o tarihlerde yüz yaşında olan Mehmed Efendi, önünde bir tepsi ve elinde bir bardakla bir şeyler içiyordu. Yanına yaklaşarak ne içtiğini sorunca, Mehmed Efendi ona:
– ‘Bu öyle bir şeydir ki insanın aşkını artırır, içindeki yâreyi siler.’ Dedi. Genç Nazım ona:
– ‘Öyleyse bir kadeh de bana ver.’ Dedi.
Tam bu anda ağabeyi Ziya’nın sesiyle uyandı. Nazıma, ‘artık kalkmasını, çamur yapacaklarını’ hatırlatıyordu. O günden sonra genç Nazım kendisinde bazı değişiklikler hissetti ve kendiliğinden söylemeye başladı.
Her delikanlı gibi genç Nazım da gönlünü bir dilbere kaptırdı. Bu, dur durak bilmez, ferman dinlemez duyguydu. Kapı komşuları olan bu kızın sevdasını yıllarca yüreğinde taşıdı. Onun aşkından şurdaburda yanık yanık türküler söyleyip duruyordu. Ancak talih yine yüzüne gülmedi ve kızı bir gün bir başkasıyla evlendirdiler.”
Âşıklığa başlamasında öncelikle bu olay etkili oldu ve daha sonra çalışmak için gittiği Çukurova’da yaşadığı derin hasret, gariplik ve yoksulluk da onun bu alanda pişmesine sebep oldu.

2. “Hitabî” Mahlâsını Alması:
Birçok şiirinde, “Âşık Nazım”, “Sefil Nazım”, “Nazım” mahlaslarını kullanmış olmasına rağmen, kalıcı bir mahlasının olmasını istiyordu.
Zaman zaman çeşitli halk hikâyeleri anlatan âşığımızın hitabeti güzel olduğundan bir gün köy büyükleri ona:
“- Sen hem güzel türkü söylüyorsun, hem de hatip gibi güzel konuşuyorsun. Bundan sonra senin adın ‘Âşık Hitabî’ olsun dediler ve o günden sonra çevrede ‘Âşık Hitabî’ olarak tanınmaya başladı.”

3. Saz İle İlgisi:
Güzel konuşan ve anlattığı hikâyeler arasında güzel türküler okuyan Hitabî, sesinin de güzel olmasına rağmen saz çalmamıştır. Onun saz çalamamasını, daha çok yetiştiği ortamda böyle bir fırsat bulamadığına yorumlamak yanlış olmaz.

Ç. Edebî ve Fikrî Yönü
1. Şiirlerinde Vezin:
Hitabî, şiirlerini halk şiirinin 7’li, 8’li ve 11’li hece vezinleriyle yazmış olup 14’lü hece vezniyle yazdığı herhangi bir şiiri tespit edilememiştir. Çeşitli kaynakların taranması sonucunda 178 adet şiiri tespit edilen Hitabî’nin sadece 1 şiirini 7’li hece vezniyle, 26 şiirini 8’li hece vezniyle ve kalan 151 şirini ise 11’li hece vezniyle yazdığı görülür. Bu durumda, daha çok onbirli hece veznini tercih ettiği anlaşılan şairimizin şiirlerinde vezin hatası görülmez. Genellikle, Halk Şiirinin bilinen 4+4=8, 6+5=11’li kalıplarını doğru olarak kullanmış, ancak bazı şiirlerinde bu vezinlerin yaygın duraklarını terk ederek norm dışı duraklar kullandığı da görülür.

2. Şiirlerinde Kafiye:
Hitabî, şiirlerinde daha çok yarım kafiye kullanmıştır. Sayıları az olmasına rağmen bazı şiirlerinde tam kafiye de görülür. İlk dönem yazdığı bazı şiirlerinde, halk şiiri tekniğine uymayan aaabcccb …kafiye düzeninden yararlanmış olsa da şiirlerinde kafiye düzeni genellikle ababcccb …şeklindedir. Şiirlerindeki ana kafiyeler genellikle döner ayak şeklindedir. Önemli bir miktarda olmasa da bazı şiirlerindeki kafiye düzeni tek ayak şeklindedir. Şairimizin kafiyeleri ustalıkla kullandığı ve bu konuda başarılı olduğu söylenebilir.

3. Şiirlerinde Dil ve Üslûp:
Hitabî şiirlerinde, yetiştiği ortamın konuştuğu arı, duru Türkçe’mizi büyük bir ustalıkla kullanmıştır. Türkçe’mizi güzel kullanmasının yanı sıra özgün fikirler ve ifade tarzları da keşfetmiştir. İşte onlardan bazı örnekler:
Zalım gurbet beni bağlar
Gelemiyom kara gözlüm
Hasretin içimi dağlar
Gülemiyom kara gözlüm

***
Uzaklarda görünürsün
İpeklere bürünürsün
Ceylan gibi üğrünürsün
Sunam dön beri dön beri

***
Yabancılar yâri görmüş
Geldiğini haber vermiş
Yar bizim bahçeye girmiş
Gölge eden dal olaydım

***
Hitabî’yim zaten yandım
Aşkın şarabına kandım
Yanık bir oduna döndüm
Kaldım kuru kül sevdiğim

***
Nazlı yârimi aldırdım
Koşa koşa arıyorum
Aklımı baştan kaldırdım
Köşe köşe arıyorum

***
Sürmeli ceylana benzer bakışı
Eser sevdasının yeli Fatma’nın
Kınalı kekliğe benzer sekişi
Açılmış yanakta gülü Fatma’nın

***
Hitabî tutuşur içinden yanar
Sinnime yakışmaz el beni kınar
Sırmalı saçları topuğa iner
O ince belini sarmayı değer

Hitabî’yim neler geçti başımdan
Beni ettin kömür gibi saçımdan
Eğer kinin çıkmadıysa içinden
Niye bir tüfekle vurmadın zalim

***
Seyreyledim şu yosmanın haline
Almış kovaları gider eline
Bir kemer sıktırmış ince beline
Ceylan gibi büker belleri güzel

***
Açıldı mı bizim elin gülleri
Karlı mıdır Sırıklı’nın yolları
Sabahınan değer seher yelleri
Bize bir selamı yelinen gönder

***
Bilmem ki feleğin bende kasti ne
Bana gam yükledi gamın üstüne
Sevenler kavuştu gidip dostuna
Bana kavuşması zor görünüyor

***
Möhür gözler tatlı canım alıyor
İnci dişler bana bakıp gülüyor
Siyah saçın sağa sola bölüyor
Hafif yel dokunsa telleniyor ha

***

Dilerim dünyada olmalı naçar
Utanmaz yadlara sinesin açar
Aramaz Hitab’ı pek ırak kaçar
Yalan söyler tanısa da bilse de

***
Misalin huridir var mı bir dengin
Kirpikler atıyor sineme süngün
Yanaklar kızarmış elmanın rengin
Ağzından görünür diş dâne dâne

***
Kalbimin aynası gönlüm baharı
Kışa döndü möhür gözlüm gelsene
Kurudu bahçemin hep meyveleri
Taşa döndü möhür gözlüm gelsene

***
Bu dünya yalandır kimlere kalmış
Var mı âşıklardan muradın almış
Duyarsın Nazım’ı bir mezar olmuş
Ağla başucumda yar Döne Döne

***
Dedim ne bakarsın ey dudu dilli
Yüzü çifte benli yanağı güllü
Eşarbı başında görünür allı
Yoksa ağlamış mı gözleri yaşlı

4. Şiirlerinde Konular:
Hitabî’nin şiirlerinde işlemiş olduğu konuları şöyle sıralamak mümkündür:
Ayrılık, Gurbet, Hasret (14 şiir), Beşeri Aşk (46 şiir), Dini Duygular (6 şiir), Doğa Sevgisi ve Tasvirleri (6 şiir), Kargış Konulu Şiirleri (4 şiir), Kişilere Yazdığı Şiirler (11 şiir), Kişisel Duygular (36 şiir), Memleket, Yurt Sevgisi (5 şiir), Milli Duygular (5 şiir), Nasihat Konulu Şiirleri (9 şiir), Şikayet, Sitem, Yoksulluk (21 şiir), Taşlama, Yergi (4 şiir), Toplumsal Konuları İçeren Şiirleri (11 şiir).

D. Şiirlerinden Örnekler:
Bu yazımızda, Hitabî’nin yukarda belirtilen konulardan birer şiirine yer vermekle yetiniyor ve onu rahmetle anıyoruz.

KARA GÖZLÜM
Zalım gurbet beni bağlar
Gelemiyom kara gözlüm
Hasretin içimi dağlar
Gülemiyom kara gözlüm

Dutuldum gönül kışına
Çürüttüm ömrüm boşuna
Baksana gözüm yaşına
Silemiyom kara gözlüm

Hitabî’yim aklım şaştı
Gam kasavet boyu aştı
Şu genç ömrüm nasıl geçti
Bilemiyom kara gözlüm

SAÇ DÂNE DÂNE
Kara gözlüm örgülerin uzatmış
Sümbüle benziyor saç dâne dâne
Bakıp maşukuna iyi gözetmiş
Ela göz üstünde kaş dâne dâne

Misalin huridir var mı bir dengin
Kirpikler atıyor sineme süngün
Yanaklar kızarmış elmanın rengin
Ağzından görünür diş dâne dâne

Gerdanın beyazı kara misaldir
Çözüp düğmelerin geriye kaldır
Tomurcuk memeler bir deste güldür
Saydım benlerin beş dâne dâne

Boyun selvi dalı kendin düzedir
Eşsiz turna gibi eşin gözedir
Toplar dört yanını iyi bezedir
Arıyor kendine eş dâne dâne

Yüzüne baktım ki o yar gülüyor
Dertli âşıkların derdin biliyor
Çevirmiş Hitab’a yönün geliyor
Atar adımını hoş dâne dâne

SENSİN YA RABBİ
İlahi yaratan sana sığındım
Ağlatan güldüren sensin Ya Rabbi
Ne yerden yetiştim ne gökten indim
Dirilten öldüren sensin Ya Rabbi

Kâinatın varlığını sen kurdun
Yerler ile gökler hep senin yurdun
Bütün canlılara sen rızık verdin
Düşüren kaldıran sensin Ya Rabbi

Hayal değil gerçekleri görmeli
Düşünüp de sırlarına ermeli
Deste deste güllerini dermeli
Bitiren solduran sensin Ya Rabbi

İster isen dağı taşı eritin
Saniyede denizleri kurutun
Gökten yağar sellerini yürütün
Gücünü bildiren sensin Ya Rabbi

Yalvarır Hitabî sana el açar
Beş günlük dünyada sen etme naçar
Şen olmaz günlerim gam ile geçer
Taşırıp dolduran sensin Ya Rabbi

YAZ GELİR
İşler bitti karlar yağar dağlara
Yanar soba tüte tüte yaz gelir
Hiç inilmez bahçelere bağlara
Rahat olup yata yata yaz gelir

Gün gelir de mart ayına yetişir
Sular akar birbirine katışır
Yanar sinem ateşlere tutuşur
Gurbet kuşu öte öte yaz gelir

Nisan ayı bir gün gelir yetişir
Bütün kuşlar cıvıldaşır ötüşür
Hep çiçekler kubbelenir yetişir
Çayır çimen bite bite yaz gelir

KALMAYA
Sana ne yapmıştık ey kanlı zalım
Yıkıla başına binan kalmaya
İftira eyledin Allah’a malum
Kitlene dişlerin çenen kalmaya

Geldin yanıma da dost gibi durdun
Zehirli hançeri kalbime vurdun
Çoğalsın içinde çaresiz derdin
Arkadan acıyıp yanan kalmaya

İsterim ki ciğerinden vurulsun
Zürriyetin peş peşine kırılsın
İsimleri gazeteye verilsin
Arkadan adını anan kalmaya

Durumu insan da hayvana benzer
Yeşildir gözleri şeytana benzer
Kabul etmez toprak bulunmaz mezar
Küfre uğrayasın iman kalmaya

YUNUS EMRE’YE -2-
Hak demiş de hakikate yetişmiş
Hakkı zikreylemiş dili Emre’nin
Elini kaldırıp Mevla’ya açmış
Harama değmemiş eli Emre’nin

Yalınız gezmiş de yalınız durmuş
Bağlamış Mevlâ’ya gönlünü vermiş
Hakikat sırrına o zaman ermiş
Doğruya yürümüş yolu Emre’nin

Tat almamış şu dünyanın tadından
Bahsetmemiş bir kötünün adından
Çok çekinmiş cehennemin odundan
Olsaydım başında teli Emre’nin

Okunursa mana çıkar sözünden
Yanmış yanmış ateş çıkmış özünden
Ayrılmamış bir Mevlâ’nın izinden
Olmamış serveti malı Emre’nin

Hitabî’yim Yunus gibi olamam
Arasam da benzerini bulamam
Dersim azdır derununa dalamam
Yanıp da olsaydım külü Emre’nin

BOŞA TAŞ ATTIM
Sürmeli kekliği ben görmemişim
Alaca kargaya boşa taş attım
Aslını neslini ben sormamışım
Getirip boncuğu inciye kattım

Bülbülüm dönerim kırmızı güle
Güzelin iyisi geçmiyor ele
Arıyım giderim petekte bala
Yanıldım pekmezin tadından tattım

Arıyordum hoş dokunan ipeği
Şansıma mı çıktı arpa kepeği
Sözün bilmez bu nerenin köpeği
Adam sınıfına getirdim kattım

Asılsız olanın olur mu merdi
Gün be gün artıyor Hitab’ın derdi
Koyun derisine bürünen kurdu
Nideyim getirdim sürüye kattım

YARALI
Hani gezdiğimiz o tozlu yollar
Kalmamış düzeni yollar yaralı
Bu nasıl felaket bu nasıl haller
Fidanı kurumuş dallar yaralı

Gayrı yabancılar atmış elini
Kurutmuşlar goncasını gülünü
Gidin görün fakirlerin halini
Söylese ağzında diller yaralı

Boşta kalmış mor koyunun otağı
Kurutmuşlar Kör Himmet’in batağı
Issız kalmış sürülerin yatağı
Sahrasında esen yollar yaralı

Yıkılmış binalar tütün mü tüter
Viran taşlarında baykuşlar öter
Yeter ey Hitabî bu kadar yeter
Kalemi tutmuyor eller yaralı

134- TÜRKLÜĞE
Asil Türk’üz hiç yılmayız savaştan
Kalbimizde dolu imanımız var
Vicdanlıyız aldırırız yavaştan
Aman diyenlere amanımız var

Çizdiğimiz çizgi ile yürürüz
Azgınların tepesine vururuz
Söz verirsek sözümüzde dururuz
Emri bekliyoruz zamanımız var

Dönerse savaştan bu Türk’e ardır
Şanlı ordumuzda cesurluk vardır
Denizde havada kahraman erdir
Atılır mermiler dumanımız var

Savaş bayram olur Türk erlerine
Aldığı emirler gelir yerine
Elli kurşun değse Türkün birine
Şehitlik Gazilik unvanımız var

Ateşten yanıyor Hitab’ın özü
Yetişse Kıbrıs’a görseydi gözü
Ya şehit olurdu ya da bir gazi
Ölürsek cennette mekânımız var

DÖNERSİN
Var iken varlığın kıymetini bil
Suları kesilmiş göle dönersin
Hörmet varlığadır yoksula değil
Meyvesiz yapraksız dala dönersin

Yaşayış insana bir yürür yoldur
Çeşme akar iken destini doldur
Gelen gelirinden geriye kaldır
Sonra bir ateşsiz küle dönersin

Var ikene senin dostun çok olur
Dar ikene hep dostların yok olur
Yürüyecek senin yolun tek olur
Söyleyemen sen bir lala dönersin

FELEK
Gine bir ateştir düştü serime
Bir gün güldürmedin yüzümü felek
Taşlar da dayanmaz ahuzarıma
Nâr ile kavurdun özümü felek

Bir Mecnun misali gurbet ellerde
Söylenir adımız bütün dillerde
Dertli Kerem gibi tozlu yollarda
Çaldırdın elimde sazımı felek

Zâr ile geçirdim şu genç yaşımı
Sevda ateşidir sardı başımı
Otuz beş demedim döktün dişimi
Kara mı yazmıştın yazımı felek

Sıla hasret bana benden sılaya
Düşürdün başımı türlü belaya
Böyle mi diledin ulu Mevla’ya
Söyletmen dilimde sözümü felek

Yârin sevdası da kâr dedi cana
Hitab’a derler ki deli divana
Gitsem de derdimi sorsam Lokman’a
Acep dindirir mi sızımı felek

SEN NERELİSİN
Kimim bilir misin ey gafil şaşkın
Virana döner de yıkılır köşkün
Namustan yoksul da şereften düşkün
Cemiyet mikrobu sen nerelisin

Taş atmadım boş boşuna gırladın
Eşek gibi her tarafa zırladın
Meşe görmüş ayı gibi parladın
Cemiyet mikrobu sen nerelisin

İnsan değimlisin bilmen mi hatır
Babası eşek de kendisi katır
Boynuna vurmalı hemen bir satır
Cemiyet mikrobu sen nerelisin

Vaktin bilmez horoz gibi ötersin
Sözün bilmez kime çalım satarsın
Dilin durmaz Hitabî’ye atarsın
Cemiyet mikrobu sen nerelisin

SEL BİZE
Afat oldu dolu düştü bayıra
Zarar açtı gine bu yıl sel bize
Taşlar attı yoncalığa çayıra
Zarar açtı gine bu yıl sel bize

Derelerden boz bulanık gidiyor
Evran olmuş her tarafı yutuyor
Ağaçları söküp kökten buduyor
Zara açtı gine bu yıl sel bize.

Virana döndü de bahçeler bağlar
Üç öküz götürdü fakirler ağlar
Bir duman çöktü de görünmez dağlar
Zarar açtı gine bu yıl sel bize

Köyün etrafında kavak koymadı
Çalı çapak yuttu gine doymadı
İnsaf etti mandalara kıymadı
Zarar açtı gine bu yıl sel bize

Sırıklı köyünden bin kavak söktü
Kendi malı gibi mezata döktü
Nice fakirlerin belini büktü
Zarar açtı gine bu yıl sel bize

Hitabî’yim çok zararı bendedir
Şen olmuyor bugün gönlüm gamdadır
Afet size geldi kusur kimdedir
Zarar açtı gine bu yıl sel bize

Öp öz Bir Sivas Halk Hikâyesi SÜRMELİ BEY

Kadir PÜRLÜ

Çocukluğumda bir türkü dinlerdim. Bu türkünün o kadar yanık bir makamı vardı ki yürekler dağlardı. Duygu yüklü bu avazı Sivaslı zurnacılar halen çalar ama bilmem kaç kişi bunun “Sürmeli Bey” türküsüne ait olduğunu bilir?

Kimdi bu Sürmeli Bey? Eğer onu bir türküye konu olmuş sıradan bir isim zannediyorsanız yanılıyorsunuz. O, şehrimizde yaşanmış acıklı bir halk hikâyesinin Sivaslı kahramanıdır.
Demek ki Anadolu’nun kültür pınarı olan Sivas, bağrından bir de halk hikâyesi doğurmuş. Bu büyük bir şereftir. Çünkü halk hikâyelerinin geçtiği şehirler genellikle devirlerinin önemli kültür merkezleridirler.

“Sürmeli Bey” ya da “Sürmeli Bey ile Telli Senem” adıyla bilinen bu halk hikâyesi, tıpkı “Leyla ile Mecnun”, “Kerem ile Aslı”, “Ferhat ile Şirin”, “Arzu ile Kamber” gibi meşhur hikâyeleri dinlediğimiz günlerde revaçta olan muhteşem bir hikâyeydi.

Dinleyenleri ağlatan ve içinde karşılıklı türkü söyleme geleneğimizin önemli örnekleri bulunan bu halk hikâyesi ne yazık ki Sivaslı kültür adamları tarafından çok az gündeme getirilmiştir.
Sivas’ın öz malı olan “Sürmeli Bey” hikâyesinin Sivaslılar tarafından tanınmaması ve diğer sözlü kültür değerlerimiz gibi unutulmanın eşiğine gelmiş olması içimi kanatan bir konuydu. İşte bu yüzden bir hikâyenin üzerindeki külleri sıyırmak ihtiyacı duydum.
Hikâyenin çeşitli yazarlar tarafından kaleme alınmış birçok nüshalarını okudum ama rahmetli dedemin “mum sekili” misafir odasında dinlediğimdeki hazzı hiçbir yerde bulamadım.
Dinlediğimiz hikâyeleri o yıllarda kaydetme imkânımız yoktu. Onları hafızamıza nakşetmekle yetinirdik. Olayın özü belleğimde olmasına rağmen Sürmeli Bey hikâyesini yine de yazılı kaynaklardan aktarmamın faydalı olacağını düşünüyorum.
Bu acıklı hikâyeyi Şubat 1940’ta yayınlanan Halk Bilgisi Haberleri Mecmuası’nın 100. sayısında yer alan Osman Bahadıroğlu’nun “Sürmeli Bey” adlı yazısından alıntılar yaparak tanıtmaya çalışacağım. Tırnak içinde yazılan metin bu kaynaktan alınmış olup, daha geniş bilgi edinmek isteyenler için yazımızın sonuna küçük bir kaynakça da konulmuştur.

Hikâye şöyle başlar:
“Vaktile Sivas’ta Pehlüoğlu adında zengin bir tüccar vardı. Onu herkes sever ve sayardı. Odası herkese açıktı. ‘Konuksuz lokma boğazımdan geçmez’ derdi. Misafirsiz kaldığı akşamlar odasının avlusunda geç vakitlere kadar dolaşır, yolları dinlerdi. Cömert ve iyi kalpli idi. Alıp da azat ettiği kölelerin sayısı bir köy teşkil edecek kadar çoktu.
Pehlüloğlu öküz tüccarlığı yapardı. Adana ve diğer bütün Çukurova pazarlarını dolduran hep onun malıydı. Bütün Çukurova çiftçilerinin öküzlerini sanki tek başına o temin ederdi.”
İşte bu Pehlüloğlu bir gün bütün mallarını satıp Adana’dan dönerken yolu akşamüstü Menemenci köyüne (şimdiki Karaisalı kazası) uğradı. Misafir olduğu Menemenci Beyinin evinde onun kızını gördü ve çok beğendiği bu kızı büyük oğlu Arif Bey’e isteyerek onları bir yıl sonra evlendirdi.
Sürmeli Bey Pehlüloğlu’nun küçük oğluydu ve bekârdı.
“Bir sabah Sürmeli Bey ağabeysinin odasına girdi. İçeride yalnız Menemenci kızı vardı. Onun güzelliği Sürmeli Bey’in gözleri önünde bir şimşek gibi çaktı. Zavallı genç hemen oracıkta, eşiğin üzerine düşüp bayılıverdi. Gözlerini açtığı zaman ilk sözü babasına ‘Bu ayarda biz kız da bana bulmazsan kendimi helâk ederim’ demek oldu.
Pehlüloğlu’nun aklına Menemenci Beyinin küçük kızı “Telli Senem” geldi. Çok güzel bir kızdı. Onu Sürmeli Bey’e alabilirdi. O devirde oğlanın kızı görüp beğenmesi adettendi. Dünür gidildi ve:
“Sürmeli Bey kızı beğendi, babası da muvafakat etti. Fakat kızın yaşı biraz küçük olduğundan üç sene sonra gelin edilmesi kararlaştırıldı. Nişan merasimi yapıldı. Sürmeli Bey Sivas’a döndü.
Telli Senem’in akıl alıcı güzelliğinden etkilenen Sürmeli Bey ona bir anda âşık olmuştu. Yaşıyordu ama aklı fikri hep Senem’deydi. Böylece aradan günler aylar geçti.
“Bir sabah Sürmeli Bey, derin bir ruh sıkıntısıyla uyandı. Düşünde nişanlısının bahçesi üzerinde kuzgunların ve kargaların uluştuklarını ve uçuştuklarını görmüştü. Her halde hayıra yorulur bir rüya değildi.”
En sadık adamlarından İshak’ı çağırarak gördüğü rüyayı anlattı ve nişanlısından bir haber getirmesi için onu Menemenci’ye gönderdi. İshak oraya varıp kızı görünce aklı başından gitti. Kıskançlığından ya da kötü niyetinden olmalı ki,
“Döndüğünde Sürmeli Bey’e ‘nişanlısının bir fahişe olduğunu, odasına girip çıkanların sayılamadığını, vardığında onu, yâd ellerle ülfet ve muhabbet eder’ gördüğünü söyledi.
Sürmeli Bey bu havadise elbette inanmıştı. Çünkü İshak onun en itimatlı adamıydı. Bu haber zavallı masum genci bir çılgın ve bir tutam ateş haline soktu. Atlılarından üçüne yağız atları ve zağlı hançerleri hazırlamalarını emretti. Hiç kimseye bir şey söylemeden hemen o akşam yola çıktılar.
Menemenci’ye vardıkları zaman kız atlıları ta uzaktan tanıdı ve onları karşıladı. Fakat Sürmeli Bey, atın üstünde biraz doğruldu üzengilere basarak atın dizginini topladı ve:

Kal artık sevdiğim ben gidiyorum
Konuş gayri yârân ile eş ile
Bana böyle acı haber duyurdun
Döğerim bağrımı kara taş ile

Dedi. Kız neye uğradığını bilemedi. Birden bire şaşırmıştı:

Nedir Beyin Oğlu varan haberim
Onu söyle evde yoktur pederim
O kadar çirkin mi bilmem kaderim
Gelin mi etmiyeceksin telli baş ile

Sürmeli Bey:
Sorma nazlım sorma git benden sorma
Zağlıdır hançerin kalbime vurma
Gerüp ağ göğsünü karşıma durma
Gözüm görmez oldu kanlı yaş ile

Telli Senem:
Kul olayım zehir etme aşımı
Çek hançeri gel parçala döşümü
Kusurum çıkarsa boz al başımı
Yaktın yüreğimi kor ateş ile

Sürmeli Bey:
Sorma nazlım sorma dertlinin halin
Gözümde koymadın dünyanın malın
Seni edemedim al yeşil gelin
Konuş kalan yârân ile eş ile

Telli Senem:
Bir terlik diktim de giyinsin diye
Karakaş altında görünsün diye
Yâd eller görsün de yerinsin diye
Gitme beyim gitme yârân eş ile
…………..
Sürmeli Bey:
Yârden ayrılanın hiç sönmez nârı
Göklere dayanır âhiyle zârı
Küstüm gidiyorum Şam’a ileri
Gözle selâmımı uçan kuş ile

Telli Senem:
Beyin oğlu neyleyeyim selâmın
Düşürdün diline beni âlemin
Beni öldürmez mi derdin elemin
Döğerim bağrımı kara taş ile

Sürmeli Bey:
Gayri kötülere durup erişmem
Yok, vefasız güzel ile görüşmem
Küstüm artık ahrete dek barışmam
Ülfetim yok yaran ile eş ile

Telli Senem:
Solsun al yeşilim sandığa basmam
Karalar bağlarım zülfümü kesmem
Sen bana küssen de ben sana küsmem
Tez gel beyim tez gel yârân eş ile

Sürmeli Bey:
Koyver nazlım koy ver kır atın gemin
Bana sürdürmedin dünyanın demin
Geri dönmem gayri eyledim yemin
Konuş kalan yârân ile eş ile

Sürmeli Bey böyle diyerek atını tepti geçti.
Bir gece yarısı Haleb’e girdiler. İlk rast geldikleri koruya atları bırakarak derin bir kasvet uykusuna daldılar.”
Meğerse burası Halep Paşası Toraman Paşanın has bahçesi imiş. Onun sarhoş olan adamları Sürmeli Bey’in üç atlısını yakalayıp öldürdüler. Son anda fark ettikleri Sürmeli Bey’i de yakalayarak Toraman Paşa’nın zindanına attılar. Ertesi gün Sürmeli Bey’i Toraman Paşa çağırttı. Cezasını vermek üzere sorguya çekerken Sürmeli Bey ona bir türküyle cevap verdi ve:
“……….
Hani Pehlüloğlu hani mertlerin
Derilsin de gelsin aşiretlerin
Toraman Paşa’sın aslan, kurtların
Düştüm ocağına öldürme beni”

Deyince, Toraman Paşa toparlandı ve Sürmeli Beyi affetti. Meğerse o, Pehlüloğlu’nun azat ettiği eski kölelerden biriymiş. Zaman içinde Halep Paşası olmuş. Derdini dinledi ve onu evlatlık olarak yanına aldı. Bir süre burada kaldı.
Toraman Paşanın hanımı Sürmeli Bey’e göz koymuştu. Ondan ilgi görmeyince iftira etti ve kocasından onu cezalandırmasını istedi. Paşa olayı araştırdı, Sürmeli Bey’in suçsuzluğunu anlamış olmasına rağmen karısının itibarını korumak için onu pazarda köle olarak sattırdı.
Sürmeli Bey’i Bezirgân Hoca isimli bir kişi satın aldı ve ona bir evlat muamelesi yaptıysa da Sürmeli Bey içine düştüğü bu duruma çok üzüldü. Bir gün gözleri kan yaş içerinde şu türküyü söyledi:

“Altın iskef taktırırdım kuşuma
Soğuk su kattırdın pişmiş aşıma
Beş yüz atlı düşürürken peşime
Üç atlıyla çöle düştüm yalınız

Haleb’e varınca dönesim geldi
Hançere düşüp de ölesim geldi
Menemenci kızın göresim geldi
Bezirgâna malum olsun halimiz

Bezirgân da dediğini etti mi
Bahçemizde yad bülbüller öttü mü
Zalim İshak muradına yetti mi
Soldu mola yeşilimiz alımız

Ben nasıl varayım obalarına
Varınca ne deyim babalarına
Bütün kan bulaşmış abalarına
Yoldaş verdim şimdi kaldım yalınız

Sürmeli Bey der ki devlete varan
At bağışlayıp da develer veren
Şol Gazi Hünkârın kılıcın çalan
Şimdi köleliğe kaldı halimiz”

Sürmeli Bey’in bu yürek dağlayan feryadını işiten Bezirgân meseleyi anlayarak onu azat etti. Doğruca nişanlısına gitmesini tembih ederek ona bir at ve bir heybe dolusu altın verdi.
Sürmeli bey Halep’ten çıkıp Adana’ya kadar geldi. Her nedense Toroslar’a tırmanamadı. Atının yönünü Maraş altına çevirip oraya gitti. Burada atını sattı ve tüm altınlarını fakirlere dağıttı. Bir abdal kıyafeti bulup giyindi. Abdal olduğunu söyleyerek bir abdal köyüne yerleşti ve burada perişanlık içerisinde yaşamaya başladı.
“Bütün bu geçen seneler zarfında Telli Senem’in anası ve babası ölmüş, kendisi de yalnız kalınca bir erkek kıyafetine girerek bir kervana karışmış, Sivas’a gelmişti. O zaman Pehlüloğlu, her tarafa mektuplar haberler yollayarak Sürmeli Bey’i aratmakta idi. Nihayet bir gün (oğlu) Arif Bey, Sürmeli Bey’in Maraş altında olduğunu haber aldı. Vardığı zaman Sürmeli Bey’i pis bir aptal köyünde gübreler içinde son nefeste hasta buldu. O zaman fazlasıyla müteessir olarak şöyle söylemeğe başladı:

“Arif Bey:
Gardaş ne yatarsın Maraş altında
Kalk gardaş gidelim sılaya doğru
Yatma gardaş yiğit başın seversen
Kalk gardaş gidelim sılaya doğru

Sürmeli Bey:
Gitmem gardaş gitmem yerin gen olsun
Bastığım topraklar teberik kalsın
Öyle memlekete düşmanım varsın
Sılada bir gurbet elde bir bana

Arif Bey:
Maraş altı yanar yanar od olur
Her sineği bir alıcı kurd olur
Sen gitmezsen yüreğime derd olur
Kalk gardaş gidelim sılaya doğru

Sürmeli Bey:
Maraş altı varsın yansın od olsun
Her sineği bir alıcı kurd olsun
Ben gitmezsem yüreğine derd olsun
Sılada bir gurbet elde bir bana

Arif Bey:
Gittiğin yere abdal mıyım dedin
İki elinle de ağı mı yedin
Anayı babayı nereye koydun
Kalk gardaş gidelim sılaya doğru

Sürmeli Bey:
Küçük idim dertten derde katıldım
Genç yaşımda gurbet ele atıldım
Bey oğluydum köle oldum satıldım
Sılada bir gurbet elde bir bana

Arif Bey:
Kalk gardaş gidelim dağlar başından
Av edelim kekliğinden kuşundan
Zamantı Irmağından Pınarbaşı’ndan
Kalk gardaş gidelim sılaya doğru

Sürmeli Bey:
Gardaş o dağlarda dağlarım mı var
Kırmızı çubuklu bağlarım mı var
Ah çekip ardımdan ağlarım mı var
Sılada bir gurbet elde bir bana

Arif Bey:
Dertli baban döğünerek sızlıyor
Oğlum gitti diye anam ağlıyor
Elin kızı geldi evde gözlüyor
Kalk gardaş gidelim sılaya doğru

Sürmeli Bey:
Gitmem gardaş gitmem sıla düzüne
Huri kızı olsa bakmam yüzüne
Benden selam söylen elin kızına
Sılada bir gurbet elde bir bana

Arif Bey:
Anam tüfeğini duvara asar
Babam tabancanı bağrına basar
Anaya babaya adam mı küser
Kalk gardaş gidelim sılaya doğru

Sürmeli Bey:
Kimse sormaz imiş garip halini
Saramadım al tozaklı gelini
Varınca öp pederimin elini
Sılada bir gurbet elde bir bana

Diyebilir ve orada ruhunu teslim eder. Arif Bey başucunda diz çöker, ağlayarak dövünerek söylemeye devam eder:

Sen bir bey oğluydun üşenmez idin
Kuş tüyü döşeği döşenmez idin
İbrişim kuşağı kuşanmaz idin
Kalk gardaş gidelim sılaya doğru

Bunu söyleyen de bey oğlu ağa
Elim erişmiyor karşıki dağa
Minnetim geçmedi Sürmeli Beğe
Kalk gardaş gidelim sılaya doğru

Arif Bey, kardeşi Sürmeli Bey’in cenazesini alarak Sivas’a getirir. Onu Kabakyazısı’ndaki mezarlığa defnederler. Sürmeli Bey’in ardından bütün Sivas ağlar ve günlerce yas tutulur. Telli Senem’e gelince, Sürmeli Bey’in ardından aylarca ağlayarak hastalanır ve yaşadığı acılara yenik düşerek ölür. Onu da Sürmeli Bey’in yanına gömerler.
Bazı kaynaklar Sürmeli Bey’in ölümünden sonra, Telli Senem’in Sivas’taki yaşantısını anlatan ilaveler yapmışsa da hikâye böyle biter. Ancak, Sürmeli Bey ile Telli Senem’in acıklı aşk hikâyeleri kulaktan kulağa, nesilden nesile aktarılarak gönüllerde yaşamaya devam eder.
Pehlüloğlu Konağı’nın Sivas’ta Çay Hamamı adı verilen hamamın kıble tarafında ve ona yakın bir yerde olduğu söylenir. Konağın yerinde şimdi yeller esiyor olsa da Sürmeli Bey’in sülâlesinden bazı kişilerin yaşıyor olması önemli bir tesellidir.
İnşallah Sivas, Sürmeli Bey ve Telli Senem gibi iki kahramanına sahip çıkacak, şehrin güzel bir yerinde oluşturacağı bir park ve anıtla onların isimlerini yaşatacaktır.

Kaynakça:
1- Osman BAHADIROĞLU, “Sürmeli Bey”, Halk Bilgisi Haberleri, Sayı: 100, Şubat 1940, s. 80–91
2- R. Kazım METE, Sürmelibey ve Telli Senem, Bozkurt Kitabevi, İstanbul 1942
3- Selami Münir YURDATAP, Hakiki Resimli Sürmeli Bey Hikâyesi, İstanbul 1967
4- Nerin KÖSE, Sürmeli Bey Hikâyesi, Ankara 1996