SAATÇİ HÜSNÜ EMMİ

Yayınlandığı Yer: Hayat Ağacı Dergisi, Sayı: 1 (Kış 2005), s. 62-68
Hâtıralarımdaki SAATÇİ HÜSNÜ EMMİ
Kadir PÜRLÜ

Saatçi Hüsnü Emmi Kimdir ?
Esas kimliği Hasan Hüsnü Aykol’dur. Sivas’ta “Saatçi Hüsnü Emmi” namıyla anılır. Kendi ifadesine göre, 29 Kânunusani 1315 (29 Ocak 1899) Cumartesi günü Sivas’ta doğmuştur. Nüfus cüzdanındaki doğum tarihi ise 1318 (1902) şeklindedir. Babası Sivas’ta Kebapçızâdeler-Kebapçılar adıyla anılan sülâleden İbrahim Etem efendi, annesi, ……sülalesinden Sıdıka hanımdır. Çocukluğu Sivas’ta geçmiştir. Sivas Askeri Rüşdiyesi’nin son sınıfına kadar okuduğu bilinmektedir. Ancak bu okulu bitirip bitirmediği net olarak tespit edilememiştir. Askerliğini 25 Kânunuevvel 1338 (25 Aralık 1922) – 1 Mart 1340 (1924) tarihleri arasında 8. Kolordu karargâhında yazıcı ve çavuş olarak yapmıştır. Mavuşoğlu sülâlesinden Medine hanımla evlenmiş ve bu evlilikten dört çocukları olmuştur. Çocukları sırasıyla: Sâkine, Âdile, Hilmi ve Mevlûde’dir. Kalan bütün ömrünü Sivas’ta saatçilikle geçiren Hüsnü emmi, 25 Ocak 1984 tarihinde vefat etmiş ve Yukarı Tekke Mezarlığına gömülmüştür. Osmanlı Kültürünü çok iyi bilmesi-yaşaması, mûsikîşinaslığı, bir çoğu radyo sanatçısı olmuş öğrencileri, Kuran-ı Kerimi tecvid kaidelerine göre güzel okuması, Arapça, Farsça, Fransızca ve Ermenice, konularında bilgili olması, genel kültürü, sağlam karakteri, kendine has konuşmaları ve davranışlarıyla dikkat çeken Hüsnü emmi, Sivas’ın unutulmaz simalarından biri olarak gönüllere taht kurmuştur.

Bunun Yolu Bizden Ayrılmış.
Saatçi Hüsnü Emmi’yle 1974 yılında tanıştık. O yıllarda kara düzen biraz saz çalar türkü de söylerdik. Meydan Camii’nde müezzinlik yapan Adem bey bizi dinleme zahmetine katılanlardandı. Bir ikindi vakti elimizden tutarak “Gel seni Saatçi Hüsnü’ye götürüyüm; müzikte üstattır; belki sana ders verir.” dedi. Ortaokulda mandolin kursu almış hatta okul korosuyla bir kaç kez bazı müsamerelere katılmıştık. Nota bilgimizi artırmamız için bu bir fırsattı. Adem beyin teklifini hemen kabul ettik ve “Olur gidelim” dedik. Meydan Camii’nin önünden sola dönerek eski Yemeniciler Çarşısı’na yöneldik.
Kısa mesafede Adem bey bize Hüsnü emminin nasıl bir bilgili insan olduğunu, nasıl tambur çaldığını, nasıl güzel Osmanlıca yazdığını büyük bir övgüyle anlattı. “Sakın ha ! O bir şey sormadan konuşma ! Sana bir şey söylerse itiraz etme !” diyerek ikazda bulunmayı da ihmal etmedi. Güneşli bir güz günüydü. Hüsnü emminin dükkânına yaklaştığımızda kalbimizin küt küt vurduğunu hissediyordum.
Hüsnü emmi bizi iyi karşıladı. Anlaşılan Adem beyle belli bir muhabbetleri vardı. Onların kısa sohbetlerinde heyecanımız dindi. Dükkan bizim için eski saatlerle dolu sıradan bir saatçi dükkanıydı. Ancak, Hüsnü emminin çok farklı bir insan olduğu konuşmalarından ve ciddi bakışlarından anlaşılıyordu. Nihayet Adem bey konuya girdi:
– Üstadım ! Bu genç sizden saz kursu almak istiyor. Biraz saz çalıyor ama himmetinize ihtiyacı var.
Hüsnü emmi yana dönerek hemen yanı başında duran bir sazı duvardan indirip bana uzattı. Bakışları yumuşamıştı, tebessüm ederek:
– Haydi bildiğin bir makamı çal da dinleyelim, dedi.
Biz heyecan içinde sazı elimize aldık. Ancak iş çok farklıydı. Böyle bir sazı ilk defa görüyorduk. Uzun sapı üzerinde bir sürü perde olan bu saz bizim çaldığımız bağlamaya hiç benzemiyordu. Sonradan “Tambur” olduğunu öğreneceğimiz bu sazın üzerinde tahminen bir perdeye dokunarak ve bağlama usulü mızrap vurarak “Sivas Ellerinde Sazım Çalınır” türküsünü çalmaya başladık. Hüsnü emmi gülerek:
– Dur ! Dur ! Dur ! dedi. Biz hemen çalmayı kestik. Hüsnü emmi Adem beye:
– Efendi bunun yolu bizden ayrılmış. Kendisine başka bir yol seçmiş. Ona vereceğimiz bir şey yok. Bağlama çalacaksa bilen birinin yanına gidip öğrensin, dedi.
Sonucu bizim iyi olmasa da böylece Hüsnü emmiyle tanışmış olduk.

Kalem böyle tutulur
Aradan yıllar geçti. 1981 yılında öğretmen olarak Sivas’a geldiğimizde içimizde müthiş bir Osmanlıca öğrenme arzusu vardı. Eşe dosta soruyor, nereden öğrenebileceğimi araştırıyorduk. Bazıları Saatçi Hüsnü emmi’ye gitmemizi tavsiye ettiler. İlk görüşmemizden dolayı gözümüz korkmuştu ama bir kez daha şansımızı denemek istedik.
Okulların yaz tatiline girdiği 1982 yılı Temmuz ayında Hüsnü emmiyi ikinci kez ziyaret ettik. Hüsnü emmi Yemeniciler Çarşısındaki dükkânından ayrılmış, Bahtiyar Bostan Mahallesindeki evininin bahçesine yaptırdığı küçük bir dükkana taşınmıştı. Şansa bakın ki Hüsnü emminin evi ile kayınpederimizin evi karşı karşıyaydı. Hem yakın bir komşunun damadı, hem de mahallenin manevi damadı durumunda oluşumuz bu tanışmamızın daha sıcak geçmesine sebep oldu.
Hüsnü emminin dükkânı yine ilk gördüğümüz dükkana benziyordu. Girişin sol karşı köşesinde ve cam önünde eski bir saatçi tezgahı, tezgahın sağında minik bir örs, sol tarafta küçük bir mengene ve yanında güzel görünümlü zarif bir saatçi tornası, arkada parça kutusu olarak kullanılan yüzlerce “Bahar”, “Gelincik”, “Yenice” Sigarası kutuları, duvarlarda sıra sıra eski saatler, küçük bir raf üzerinde üst üste yığılı Osmanlıca kitaplar, tozlanmış notalar, bir eski ud, duvara asılı iki tambur, ortada küçük ve yuvarlak bir saç soba, birkaç ahşap sandalye …
Kendisine ilk karşılaşmamızı hatırlattık. Güldü. Yaşı oldukça ilerlemişti. Bu haliyle, bizim gözümüzde büyük fırtınalar sonunda sakinleşmiş bir denizi andırıyordu. Bir yandan elindeki saati tamir etmeye çalışırken bir yandan da dikkatle bizi dinlediği belliydi. Artık musiki değil, Osmanlıca öğrenmek istediğimizi açık bir dille anlattık. Hüsnü emmi tatlı bir gülümsemenin peşinden:
– Tamam, küçük bir defter alda başlayalım, dedi.
Sonunda hayallerimizi süsleyen kursun sözünü almıştık. O gün büyük bir mutluluk içerisinde Hüsnü emminin dükkanından ayrıldık.
Ertesi gün, roman ebadında kırmızı yüzlü ince bir defter alarak üstadın dükkânına gittik. Üstâd bütün haşmetiyle ve işini ciddi yapan insanlara mahsus tavrıyla tezgahının ardında oturuyordu. Aldığımız defteri uzattık. Sayfalarını inceleyip kağıt kalınlığını parmaklarıyla kontrol ettikten sonra:
– Tamam bu işimize yarar, otur hoca, dedi.
Üstad önce cebinden “shaffers” marka bir dolmakalem çıkardı. Sonra yanı başındaki raftan bir mürekkep şişesi alarak, dolmakalemi birkaç kez mürekkep çekip boşaltmak suretiyle doldurdu. Daha sonra, aldığımız defteri sol eline iyice yerleştirerek göbek hizasının üstünde tuttu ve bir şeyler yazmaya başladı. İlk dikkatimizi çeken olay üstadın yazma tarzıydı. Defteri bizim gibi bir zemin üzerine koyarak yazmıyor; ellerinde çok kıymetli bir sanat eserini şekillendiren sanatkârlara has bir tavırla şefkat ve itina ile işine devam ediyordu. Bu bir soylu duruştu. Yazıyı yazdıktan sonra defteri bize uzatarak:
– Hoca bu harfleri taklit ederek alt satıra aynen yazacaksın ! Sayfayı bu tarzda bitecek ! Satır atlama yok ha ! dedi.
Üstadın yazdıklarına baktık. İlk sayfanın ilk satırına “Elif”ten başlayarak “Dad”a kadar eski harfleri sırasıyla yazmıştı. İlk ödevimizi üstadın yanında yazmanın faydalı olacağına inanarak sandalyeye oturduk ve kendi dolmakalemimizle ödevimizi yazmaya başladık. Birkaç harf yazmıştık ki birden üstadın sert ikazıyla irkildik:
– Hoca ne yapıyorsun ! Öyle kalem tutulur mu ?
Yazmayı bırakarak üstada döndük. Yüz ifadeleri daha da ciddileşmişti.
– Getir şu kalemi de nasıl tutulduğunu gösterek ! dedi.
Kalemi elimizden aldı, ucunu inceleyip beğenmediğini ayrıca ifade ettikten sonra:
– Hoca bak ! Kalemi sigara sarar gibi tutacaksın ! Yazı yazarken de başparmağınla öne doğru çevireceksin ! dedi.
Kalemi başparmakları ile işaretparmakları arasına alıp aynen anlattığı şekilde tutarak öne doğru birkaç kez çevirdi. Sonra aynı işi tek eliyle tekrarladı. Daha sonra tezgahın kenarına düzgünce konulmuş küçük kağıtlardan bir tanesini alarak üzerine bir şeyler yazmaya başladı ve:
– İyi bak hoca ! Kalem böyle tutulur ! dedi.
Kalem tutmaktan başlayarak böylece ilk dersimizi almış olduk.

Yoksa karnın mı aç ?
O bir satır yazıyor, biz onun yazısını örnek alarak alttaki satırları dolduruyor bu surette sayfayı tamamlıyorduk. İlk günler çok çetin geçti. Hemen hemen her gün üstadın dükkanına uğruyorduk. O hiçbir şekilde yazdığımızı beğenmiyor, “Elif’in uçları ince olmamış”, “Nun’un çanağını yapamıyorsun”, “Mim’in gözü kapalı olacak”, “Cim’in kuyruğunu yanlış çekiyorsun”, gibi ikazlarla sık sık aynı ödevleri tekrar ettiriyordu. Ancak bu ikazları yaparken harflerin doğru yazılışlarını yazarak göstermeyi de ihmal etmiyordu. Bu şekilde bir süre yazmaya devam ettik.
Daha sonra üstad, ödevlerimizi bir sayfaya iki ayrı konu yazmak suretiyle yeniledi. Sayfanın ilk satırına ve orta satırına ödevimizi yazıyor biz alt satırları dolduruyorduk. Böylece tüm sayfaya aynı ödevi yapmanın sıkıcılığından kurtulmuş olduk. Harfleri bitirdikten sonra, “Yavrumun Elifbası” isimli 1927 baskı Osmanlıca bir alfabeyi yazmaya başladık. Bu kitabı yarıladığımızda, artık bu işi iyi kavradığımıza dair bizde bir kanaat uyanmaya başlamıştı. Bir gün bütün dikkatimizi sarf ederek ödevimizi kendimize göre mükemmel bir şekilde yazıp üstada götürdük. Artık üstadın bizi takdir etmesini bekliyorduk. Yazımızı göstererek:
– Üstad nasıl oluyor ? İlerleme var her halde ? diye sorduk.
Üstad ciddileşti ve yazımızı dikkatle incelemeye başladı. Kısa bir süre sonra gülümseyerek:
– Hoca yoksa karnın mı aç ? “Cim”lerin noktalarını yemişsin, dedi.
Biraz dikkatli bakınca, “Cim”, “Fe”, gibi bir çok harfin noktalarını yazmayı unutmuş olduğumuzu hayretle gördük ve daha çok gayret göstermemiz gerektiğini üzülerek anladık.

Hoca Rayiç! Rayiç !
Bir akşam elimize geçen Osmanlıca bir senedi okumaya çalışıyorduk. Bir kelimeye gelip takıldık. Bu kelimeyi bir türlü okuyamıyorduk. Lügate baktık bulamadık, farklı yorumlar yaptık çıkaramadık. Kısaca bu kelimeyi ne yaptıksa aşamadık. Kafayı buraya taktığımız için senedin diğer kısımlarını da okumak istemiyorduk. Epey bir süre uykumuz kaçtı ve hatta rüyamızda bile bir iki hamle yapmamıza rağmen bu kelimeyi okuyamadık. Ertesi gün erkenden kalkarak üstadın dükkanının yolunu tuttuk. Kafamızdaki bu meselenin halli gerekiyordu. Okuldaki mesaimizin başlamasına yarım saat kalmıştı. “İnşallah üstad dükkanı açmıştır.” diye söyleniyorduk. Taşıdığı eski esnaf ahlâkı gereği üstad dükkânını çoktan açmış ve sobayı yakmakla meşguldü. Bizi bu erken saatte karşısında görünce kaygılandı ve:
– Hayrola hoca bir şey mi oldu ?
– Yok üstadım bir kelimeye kafam takıldı da.
Cebimden senedi çıkararak üstada okuyamadığım kelimeyi gösterdim. Üstat sesini yükselterek ve birazda okuyamadığımıza sitem ederek:
– Hoca “rayiç !” “rayiç !” dedi.
Böylece üstadın sitemine maruz kalsak da “rayiç” kelimesinin okunuşunu öğrenmiş olduk.
Kâğıda büyük saygı duyardı.
Kese kağıtlarını, eline geçen defter parçalarını, gazetelerin yazısız alanlarını keser, kendisine küçük defterler yapardı. Bu defterlere hesaplarını, önemli notlarını, ara ara eski şairlerin güzel mısra ve beyitlerini yazardı. Yeri ve zamanı geldikçe kağıt bulamadıkları günleri büyük bir üzüntüyle anlatır; yeni nesillerin kağıdı hor kullanmalarına büyük tepki gösterirdi. Gerek aldığı terbiye, gerek yaşadığı yokluk yılları; sebebi ne olursa olsun o, kağıda büyük bir saygı duyardı.

Bir külah şekeri olan zengindi
Cihan Harbini ve Seferberliği görmüş olan üstat savaşların getirdiği bir çok kıtlık ve acıları da yaşamıştı. Bir gün bakkaldan gelen küp şekeri kavanoza korken duygulandı ve şunları söyledi:
– Şeker Rusya’dan gelirdi. Fakirin fukaranın eline nasıl geçecek. Br külah şekeri olan ev zengindi. Yumruk büyüklüğünde bir külah. Şekeri muşambaya sarar, muşambayı da temiz bir bezin içine kor çekiçle vurarak bir parça kırardık. Bu sefer kırılan parça aynı şekilde muşambaya sarılarak küçük parçalara ayrılırdı. Mercimek büyüklüğündeki şeker parçaları kutuya konur. Muşambanın üzerinde kalan tozlara parmak batırılarak çay içilir. Hatta muşambadan beze şeker tozu geçmişse bu sefer de beze parmak batırılarak çay içilir. Şeker nerde hoca ? Para nerde ? Ekmek Nerde ? Şimdi her şey bol. İnsanlara o günleri anlatmak çok zor !
Bazı kişiler için “Ayının Ayakta Gezeni” tabirini kullanırdı Bir gün üstadın dükkanında oturuyorduk. İçeriye tanıdığımız camii hocalarından biri girdi. Yanında kendi yaşlarında bir arkadaşı vardı. Heyecanla:
– “Üstadım bu arkadaş hattat, sizinle tanıştırmaya getirdim” dedi. Hüsnü amca hemen toparlandı ve gelen kişiye yer gösterdi. Daha sonra hatırladığımız kadarıyla aralarında şu konuşma geçti:
– “Hoş geldin efendi, nerelisin ?”
– “Tokatlı.”
– “Kimden meşk aldın ? Ustan kim ? ”
– “Kimseden bir şey öğrenmedim, kendi kendimi yetiştirdim.”
– “Peki, bir satır yaz da ziyaret edek”.
Üstat tezgahın yanında üst üste duran kağıtlardan birisini alarak konuştuğu kişiye uzattı. O kişi verilen kağıda bir şeyler yazdıktan sonra kağıdı üstada verdi. Üstat yazıya şöyle gözlüğünün üzerinden bir kez bakıp kağıdı rast gele tezgahın üzerine attı. Hiçbir şey söylemedi. Hatta hiçbir yorum da yapmadı. Ancak keyfinin kaçtığı hissediliyordu.
Biraz sonra onlar kalkıp gittiler. Üstat hışımla dizlerini örten örtüyü topladı. Burnundan soluduğu hissediliyordu. Unutamayacağımız bir yüz ifadesi ile bize dönerek:
– “Tövbe tövbe ! Hattatmış ! Hattatlık ne demek sen biliyon mu ? Yahu hoca, adam daha kalem tutmayı bilmiyor ! Odun gibi kalem tutuyor ! Hele şu yazdığı yazıya bak ! Hattatmış ! Ayının ayakta gezeni !” dedi.
Daha sonraki aylarda üstadın bu “ayının ayakta gezeni” benzetmesini kaba bulduğu kişiler için sıkça kullandığına şahit olduk.

Kuyruklu dağın odunu
Soğuk bir gündü. Üstat sobayı hazırlamaya çalışıyordu. Elinde tuttuğu orta büyüklükteki bir tezeği göstererek sordu:
– “Hoca bu ne biliyor musun” ? Biz hemen cevap verdik:
– “Tezek”. Üstat gülümseyerek:
– “Hayır bilemedin. Bu kuyruklu dağın odunu” dedi .

Elte meşelte garaveşe dürrün
Rahmetli üstat, bir meseleyi işine geldiği şekilde yorumlayanlar için şu olayı büyük bir keyifle anlatırdı: Adamın birisi askerdeki oğlundan gelen mektubu heyecanla açarak büyük bir neşeyle komşularına okumaya başlar. Selam kelam faslını kubararak okur ve komşuları da ilgiyle dinlemeye devam etmektedirler. Ancak, mektubun bir yerine gelince adam birden bire susup okumayı keser. Çünkü: Oğlu kendisinden harçlık istemekte ve mektubunda “Babacığım çok borçlandım. Borçlarımın yekünü altmış altı guruşdur. Acele harçlık gönderesin !” yazılıdır. Burayı okumak işine gelmediğinden; adam enteresan bir çözüm yolu bulur. “Altmış beş guruşdur” yazılı yeri iki başparmağı arasında komşularına göstererek:
– “Vay hergele ! Arapça da öğrenmiş ! Bakın ‘elte meşelte garaveşe dürrün’ yazmış” der.
Ekmek öyle taşınmaz
Bir gün üstatla Dörtyol’un ağzından Nalbantlarbaşı’na doğru yürüyorduk. Elinde bir ekmekle yanımızdan biri geçti ve önümüzde yürümeye başladı. Birden üstadın keyfinin kaçtığını hissettim. Önümüzde yürüyen kişiyi göstererek:
– Bak hoca ! Adam ekmeği nasıl taşıyor ?
Dikkatle baktım. Adam, ekmeğin bir ucundan tutmuş kollarını sallayarak yürüyordu. İlkin bir şey anlayamadım. Üstat hiddetlenerek:
– Hoca eskiden ekmek bir beze sarılıp göbek seviyesinin üstünde taşınırdı. Şimdi ahlâk kalmadı. Adama bak ! Odun taşır gibi ekmek taşıyor ! dedi.
Merhum üstat mesajını o adama iletemedi ama bizim beynimize adeta nakşetti. O gün bu gündür ekmeği nimete yakışır şekilde taşımaya dikkat ederiz.

Eve alınan yolda ikram edilmez
Bir gün Paşa Camiinin altındaki çarşıda yürüyorduk. Bir tanıdığa rastladık. Kısa hal hatır sormadan sonra adam filesini açtı ve üstada bir salkım üzüm ikram etmek istedi. Ancak bütün ısrarlara rağmen üstat ikramı kabul etmedi. Hatta adam birazda alınır gibi oldu. O bizden birkaç adım uzaklaştıktan sonda üstat sitemle şunları söyledi:
– “Yahu eskiden eve götürülen yolda açılmaz, ondan kimseye ikram edilmezdi ! Adam çoluk çocuğuna aldığını önüne gelene dağıtıyor ! İkramın da bir yeri yurdu var !”

Hafız Hakkı Feryadi’yi sorduğumuzda gülmüştü
Üstada bir gün Sivaslı meşhur Tanburî Hafız Hakkı Feryâdî’yi sorduk. Güldü ve:
– O büyük sanatçıydı. Ancak kendini çok naza çekerdi. Altında çift minder, iki yanında iki yastık, önünde dört beş kap yemek, onların yanında dört parmak kalınlığında baklava olmadıkça hiçbir düğüne gitmez, hiçbir mecliste çalıp söylemezdi” dedi.

Büyük bir keyifle şiir okurdu
Üstadın hafızasında bir hayli şiir vardı. Yeri ve zamanı geldikçe bunları büyük bir keyifle okurdu. En çok okuduğu şiirler arasında: Şair Nâbî’nin “Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dur bu/ Nazargâh-ı ilâhîdür makâm-ı Mustafâ’dur bu” mısralarıyla başlayan meşhur şiiri, Emrah’ın “İksir-i a’zamdır nutk-u ehlullah/ Yek nefeste hâki kimyâ ederler” şiiri ve şairini bilmediğimiz, “Bak kitâb-ı kâinâtın safha-i rengînine” mısralarıyla başlayan şiir gelirdi. Özellikle bu son şiiri tane tane ve vurgularına dikkat ederek o kadar güzel okurdu ki etkilenmemek mümkün değildi. Biz sadece şiirin metnini vermekle yetinelim:
Bak kitâb-ı kâinâtın safha-i rengînine
Hâme-i zerrîn kudret gör ne tasvîr eylemiş
Kalmamış bir nokta muzlim çeşm-i dîl erbâbına
Sanki âyâtın Hudâ nûriyle tahrîr eylemiş

Gerçek bir musikişinastı
O bir Tanburî Cemil Bey hastasıydı. Tanburî Cemil Bey’in bir düzine Taş Plağını ve onun eserlerinden oluşan bir tomar nota kağıdını gözü gibi saklayıp korurdu.
Eline bir nota kağıdı verildiğinde onu sesli olarak seri bir şekilde okur; öğrencisi Osman Yıldırım’ın naklettiğine göre “Notasız şarkı okumak ezbere mektup okumak gibidir” diyerek müzikle uğraşmak isteyen herkesi nota öğrenmeye teşvik ederdi. O sadece nota okumakla kalmaz, notalardaki parçaları mükemmel bir şekilde Tambur ve Utla çalardı. Sayın Ahmet Turan Alkan’ın “Altıncı Şehir” adlı kıymetli eserinde üstadın bu yönü geniş olarak anlatıldığından biz bu faslı daha fazla uzatmak istemiyoruz.

Fis sin-i veş şiyn zahara kabr-i Muhiddîyn
Üstadın sık sık anlattığı olaylardan biri de Yavuz Sultan Selim’in Şam’ı alıp Muhiddîn Arabî’nin kabrini ortaya çıkarmasıydı. Onun anlattığına göre Muhiddîn Arabî’nin mezarı bulunur ve mezar taşında “Fis sin-i veş şiyn zahara kabr-i Muhiddîyn” yazılı olduğu görülür. Bu sözlerin anlamı o zamanın bilgili kişilerine sorulur. Alınan cevap şudur: “Sin” Selim’i, “Şiyn” (şın) ise Şam’ı temsil etmektedir. Yani mezar taşında üstü örtülü olarak: “Yavuz Sultan Selim Şam’a geldiğinde Muhiddîn’in kabri açığa çıkacaktır” yazılıdır.

Gözlerim o kadar keskindi ki…
Üstat bir miktar övünmeyi de severdi. Bir gün dükkanında sohbet ediyorduk. Konu gençlik yıllarına geldi. O mutlu bir yüz ifadesiyle:
– “Gözlerim o kadar keskindi ki, merminin değdiği yeri görürdüm. Hatta değip değmediğini dahi anlardım” derdi.

Dinç bir ihtiyardı
Tanıştığımız yıl seksen dört yaşındaydı. Çekiç tutması, keserle odun kırması, oturup kalkmasıyla oldukça dinç bir görünüm sergiliyordu. Her sabah paça çorbası içmek için Nalbantlar başından Dörtyola kadar yürür, hemen hemen her hafta hamama giderdi. Bu dinçliğini bol elma yemeye ve sigara-içki gibi kötü alışkanlıklardan uzak durmaya borçlu olduğunu söylerdi. Çekmecesinde hangi mevsim olursa olsun mutlaka elma bulundurur; kemik saplı Sivas Bıçağıyla soyduğu elmalardan sık sık bize de ikram ederdi. Samimi olarak söylememiz gerekirse böylesine bir keyifle elma yemeyi ondan öğrendik. Güz yaklaştığında, “ Hoca Gürün Elması çıktı mı ? Gördün mü ?” diye sık sık sorardı.

Cenazesine katılamamak acı verdi
Çocuklarının anlattığına göre, 25 Ocak 1984 tarihinde abdest alırken birden bire düşerek rahmet-i Rahmân’a kavuşmuş. Biz o tarihte askerlik görevimizi yapmaktaydık. Öldüğünü sonradan öğrendik. Cenazesine katılamamak bize büyük acı verdi. Ancak ölüm mukadderdi. Ardından fatiha okumaktan başka yapacağımız bir şey yoktu.

Ölümüyle adeta öksüz kaldık
Eski belgeleri okumakta bize çok yardımı dokunurdu. Okuyamadıklarımızı alıp ona götürürdük. Bir iki zorlanmayla hemen hemen eline aldığı her belgeyi okurdu. Onun ölümüyle adeta öksüz kaldık. Artık gideceğimiz bir kapı yoktu. Bir belgeyi okuyamadığımız zaman “Ah Hüsnü Emmi hayatta olsa bunları okurdu.” diyorduk, ama Hüsnü emmi bir kere göçmüştü.
Buraya kadar çalakalem yazdıklarımız sadece aklımıza gelenlerdir. Biz bu yazımızla onun bizim açımızdan tespit edilen özelliklerini anlatmaya çalıştık ve üzerimizdeki yükü attık. Halbuki, Hüsnü emmi bizim anlattıklarımızın çok daha ötesinde mühim bir şahsiyettir. Bu konuda yazması gereken diğer kişiler de hatıralarını yazarlarsa onun Sivas Kültürü için ne kadar önemli olduğu ortaya çıkacaktır. Mekânı cennet olsun.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir